[size=12] Bunaltıcı ama soğuk bir gündü. Kar yağıyordu ve ben donuyordum. Sokakta başıboş kimsesiz bir halde yürüyordum. Artık ne yapacağımı da bilmiyordum. Öncelikle size şunu söylemeliyim, bana kafayı sıyırmış gözüyle bakabilirsiniz. Hak veriyorum da artık bende inanıyorum kafayı sıyırdığıma. Ne yapacağımı bilemez haldeyim. Ah … kabalık ettim, affedersiniz. Benim adım Daphne Warringford. Yani sanırım, çünkü yaşananlardan sonra adım bile normal gelmemeye başladı. Şimdi sana bir iki sorum olacak, canavarlara benzeyen şeyler seni mi izliyor? Ya da okulun popüler çocukları senden intikam almaya mı çalışıyorlar? En yakın arkadaşın olmaya çalışan erkek topallayarak yürüyor, kız ise arada sırada mavileşiyor mu? Annen ya da babandan biri ölen ya da kaçan diğer ebeveyninizden konuşmayı reddediyor mu? Rüyaların gerçekçi mesajlar veriyor mu? Son olarak o rüyalarda sana ‘melez’ diyorlar mı?
O halde yapman gerekeni sana söylüyorum. Yaklaş, biraz daha az daha yaklaş..
Kaç kurtar kendini. Hatta kendini olacaklara hazırlamadan öldür. Gerçekten yaşamak hatta görmek istemeyeceğin şeyler olacak. Eğer ölmeye hazır değilsen, eh.. Zaten onlar seni öldürecek. Lafı uzatmama gerek yok size her şeyi anlatacağım.
Aslında annemi hiç görmedim. Babam ise çok bulanık. Yüzünü hiç hatırlamıyorum bir kere. Yedi yaşıma kadar sık sık ihtişamlı bir yere gidip geldiğimi ve orada pek çok kişi olduğunu hatırlıyorum. Hatta bir kaçı ellerini sıcaktan soğuğa koymayan, bana kin dolu bakışlar atan kişilerdi. Ama bunların dışında hep sokakta yaşadım. Evim dediğim yer Empire State binasının arkasındaki çıkmazların birinde duran bir karavanın arkası. Karavanın önü yani araba kısmı yok. Bunu bana acıyan zengin bir adam vermişti. Bakın ben fakir değilim. Yalnızca ailem yok! Neyse günün çoğunu okulda disiplin odasında geçiriyorum. Tuhaftır ki genelde suçum olmayan şeylerden ötürü giderim disipline. Alıştım artık. En iyi arkadaşım ise Amy. Onu pek anlatmasam iyi olur. Yüzmeyi çok sever ve bazen sudan çıkınca ya da kahkahalarla gülünce rengi birden mavi olur. Ciddiyim! Bildiğimiz maviye dönüşür ancak bunu ona söyleyince kahkahalarla güldü. Sanırım artık o günü anlatmalıyım. bilmeye hakkınız var ne de olsa. Her şey o sabah kalktığımda başladı ve bir daha kabuslarımdan da asla çıkmadı…
O gece uyuyamamıştım. Sürekli kabus görmüştüm. Üstelik şimdi Amy beni uyandırmaya çalışıyordu.
“ Hadi kalk uykucu. Okula geç kalıyoruz. Mitolojiden sınava gireceğiz bugün unuttun mu?” dedi o muhteşem ama bir o kadar da sinir bozucu olan sesiyle. Sabah çekilmiyordu.
“ Tamam, beş dakika daha sonra girerim şu lanet sınava” dedim, ama açıkça kalkmaya niyetim yoktu. Amy de bunu anlamıştı sanırsam. Size soruyorum; hiç başınızdan aşağı bir kova buz ile uyandırıldınız
mı? umarım cevabınız hayırdır.
Minyatür buzdolabımda bulunan tüm buzlar üstüme attı. Çığlık atarak yerimden kalkıp üstümü giyinmeye başladım. Onu daha fazla kızdırmaya hiç mi hiç gerek yoktu. Hemen var olan iki pantolonumdan birini geçirdim altıma. Üstüme ise Amy’nin bana verdiği mavi, çizgili gömleği giydim. Ayakkabılar klasikti, Amy’nin armağan babetleri. Açık mavi kurdeleli bir babetti ve hiç ayağımı sıkmıyordu. Amy’nin ailesi çok zengindi. Babası dünyaca ünlü Ferrari markasının en büyük ortaklarındandı. Yirmi üç arabası vardı. Dev gibi bir villada yaşıyordu, affedersiniz dev gibi bir sarayda yaşıyordu. Zamanında bana onunla yaşamam için teklifte bulunmuştu ama reddetmiştim. Prensipliyimdir ve asla kendimi ezdirmem.
Yol boyunca Amy bana mitoloji hakkında bir sürü şey anlatıyordu.
“ … Poseidon, deniz Athena bilgelik, Apollo... üç büyükler…” dinlemiyordum onu. Mitoloji beni sıkıyordu, var olmayan karakterleri varmış gibi hayal ediyorlardı. Ya sınav? Bayan Doods’un sınavları ise mükemmel zordu. Genelde sınavlarından yirmi zor alıyordum. Konuşa konuşa okula geldik. Geç kalmıştık. Hemen 101 numaralı sınıfa yani ‘mitoloji sınıfına’ koştuk. Bodur, kestane saçlı ve her gün aynı kıyafeti giyen Bayan Doods her zamanki gibi gözlüklerinin altından pis bir bakış yolladı. Sonra kağıdı verdi. Anlaşılan bugün gününde değildi. Normalde muhakkak bana laf atardı. Belki de normalleşmiştir – hiç sanmam-
Sınav cidden zordu. Athena’nın kimi öldürüp sonra pişman olup örümceğe çevirdiğini nerden bileyim ben. Tabii sınav çıkışında Amy bana söyledi ama çok geçti. Sınav berbattı üstelik tek geçemediğim sınavdı bu. Eğer bir daha sınıfta kalırsam bu sefer okuldan şutlanıyorum. Neyse ki ders beden eğitimiydi. Hemen mayomu giydim, Amy beni yüzme havuzunda bekliyordu. Duşumu aldım ve havluya sarıldım, okul kuralıydı duş almadan havuza girmemek. Tam soyunma odasından çıkıyordum ki arkamdan bir ses
“ Dur bakalım.” diye seslendi. Ses yabancı değildi ama tanıdık da değildi. Üstelik burada kimse olmamalıydı. Yerimde sıçrayıp arkama döndüm. Genç bir kadın duruyordu. Başında gümüş bir taç vardı, üstünde yunan elbisesi. Sarışındı ve kısa saçlıydı. Kadının yaşını bilmek imkansızdı. Kah on yaşında kah yirmi yaşında oluyordu.
“ Siz kimsiniz” dedim. Bana bakıp gülümsedi.
“ Adımın aslında önemi yok, sana bir emanet vermeye geldim. Tam on altı yaşına gelince verilmsi gereken bir emanet. Ailen benden bunu istemişti. Al buna çok iyi bak gerekmedikçe sakın kullanma ve ne olursa olsun asla kaybetme.” Dedi.
Elime bir yüzük verdi. Etrafı taşlarla çevrili ve ortasına oturtturulmuş topaz taşı ile kusursuz bir biçimi vardı yüzüğün. Göz alıcıydı ‘ al beni, al beni’ diyordu ama bunu yapamazdım.
“Olmaz, yapamam.” Dedim isteksizce. Kadın kaşını kaldırdı.
“ Ama bu aile yadigarı, yakın sayılırız. Uzun hikaye al bunu birileri geliyor sakın çıkartma. Kimse yüzüğü elinde görmez.” Dedi ve yok oldu.
Cidden gümüşi bir iz bırakıp ortadan kayboldu. Yüzük parlıyordu elimde, parmağıma taktığım anda bir ısınma hissettim. İstemsiz olarak sırıttım ve bunun ne işime yarayacağını çözmeye çalıştım.
Havuza geldiğimde Amy bana kızgın kızgın bakıyordu. Özür diledim ve başımdan geçenleri anlattım. Bana deli gibi bakmadı. Anlıyor gibiydi ve olacakları biliyor gibiydi.
“ Seni götürmeliyim kampa.” Dedi. Ne kampı saçmalıyordu bu kız.
“ Ne kampı kampa gitmem ben. Saçmalama Amy.” Dedim. Bana sonra konuşuruz der gibi bir işaret yaptı.
Yüzdükten sonra hiç keyfim kalmadı. Tam eve gidecekken beni iki çocuk sıkıştırdı. Daha önce onları hiç görmemiştim. Bana ;
“ Yüzüğü geri ver.” Dediler. Reddedince bana saldırdılar. Ancak bunlar çocuk değildi. İki tane tek gözlü yaratıktı. Boyları iki buçuk metre vardı. Bana saldırdılar, içimden bir ses “ onu kullanmanın tam vaktidir.” Dedi.
Yüzüğü çıkartıp elime aldım ancak tek gözlü önce davranıp beni yere yapıştırdı. Elinde kocaman bir sopa vardı ve bana doğru atmaya hazırlanıyordu. Felçli gibi kalakaldım. Tam sopa bana gelecekti ki bir şey gelmesini engelledi. Ne olduğuna bakmak için kafamı çevirdiğimde canavarın buharlaştığını gördüm. Karşımda çok yakışıklı bir adam duruyordu. İlk görüşte aşk buna denmeli. Uzun boyluydu, kestane saçları güneş gibi parlıyordu, yemyeşil gözleri “ben efsaneyim” diye haykırıyordu ve üstündeki turuncu tişört ile çok şirin duruyordu. Elinde ok çantası vardı. Artistlik bir tavırla ellerini saçlarının arasından geçirdi. “ Zehirli oklar hep işe yarar” dedi ve sırıttı. “ Ah… Daph… selam görüşmeyeli bayağı olmuştu.” Ne demek istediğinden tek bir kelime bile anlamamıştım. “ A..a…afedersin?” dedim.
“ Merhaba ben Apollo. Güneş, tıp, lir ve bunun gibi pek çok şeyin tanrısıyım.” Dedi. Suratına bön bön baktım.
“ Eğer sen o Apollo isen bende Cleopatra’yım.” Dedim. Sinirlenmek yerine güldü.
“Kardeşimin verdiği yüzüğü iyi sakla. Gün gelecek sana lazım olacak. Ayrıca bir gün onu senden alacağız.” Dedi. “ Ama şimdilik o senin kılıcın, ona iyi bak. Ve yakında yine karşılaşacağız. Şimdi git ve arkadaşın Amy’yi bul. Apollo bana gitmemiz gerektiğini söyledi de. O anlar, hoşça kal.”
Sonra da güneş gibi parlayıp yok oldu.
Koşarak Amy’yi bulmaya çalıştım. Zor olmadı çünkü genelde iskelede olurdu ve yine oradaydı.
“ Amy, Amy olanlara inanamazsın…” derken Amy arkasını döndü. Masmaviydi! Çığlığı bastım. Beni yatıştırdı ve anlattı.
“ Ben bir su perisiyim. Babam ve annem olarak gördüğün kişiler de öyleydi. Sadece insanlar bizi göremiyordu sis yüzünden ama sen zaten insan değilsin. Sis kuvvetliydi ama arada sen beni normal halimde görüyordun. Şimdi bana anlat olayları.” Dedi.
Her şeyi aralıksız anlattım.
” Daph, o gerçek Apollo. Ve o kılıcı muhtemelen ailenden tanrı ebeveynin yaptı ve sana göndermesini istediler. Yada belki bizzat kendisi vermiştir. Yunan tanrıları gerçekler. İstesen de istemesen de. Bu yüzden mitoloji dersini takmanı söylüyordum. Ve senin annen yada baban tanrı veya tanrıça. Emin değilim çünkü beni kamp gönderdi. Sen hem annen hem de babanı bilmediğine göre ikisinden biri tanrı. Karışık biliyorum ama seni kampa acil götürmem gerek.” Dedi.
İnatla reddetsem bile birini aradı. Yaklaşık üç dakika sonra iki tane kanatlı at –pardon Pegasus- geldi. Bizi sırtlarına alıp uçtular. İkisi de muhteşemdi. Yolculuk boyunca tek kelime etmedim. Pegasuslardan dolayı zaten şoktaydım. Amy sonunda “ bu bildiğin bir kamp değil. Senin gibi melezlere yani yarı tanrıların evi. Oradaki herkeste hiperaktiflik ve disleksi var. “ dedi.
“ Tanrı çocuğu mu? İyice saçmaladın Amy. Benden nasıl tanrı çocuğu olacak? Neyse uğraşamayacağım. Dediğin gibi olsun.”
Yol mu uzundu ben mi sabırsızdım bilmiyorum ama bitmeyecek gibi gelmişti bana. Sonunda ‘melez kampı’ denilen yere geldik. Amy hemen beni Büyük Ev denilen yere götürdü. İçeride bir adam duruyordu. Onu görünce bir çığlık daha yapıştırdım. Yarısı attı. “ Sonra açıklarım. Merhaba ben Kheiron buranın müdürüyüm.” Dedi. “söyle bakalım sen kimsin? Kayıp olan annen mi baban mı?” dedi.
Hala nasıl bir yaratık olduğunu anlamaya çalışıyordum.
“Ben Daphne Warringford. Annemi hiç görmedim. Babam ise çok bulanık.” Dedim.
Kheiron
“ Demek ki tanrı ya annen ya da baban olabilir. Şimdilik şuradaki kulübeye git, Daphne” dedi ancak tam kulübeyi gösteriyordu ki durdu. Kafamın tam üstüne bakıyordu. Amy “ İnanılmaz” dedi. Kafamın üstünde bir şeyler parlıyordu. “ Ne oldu?” diye sordum.
Kheiron “Hoş geldin…” dedi.
[/size]