Sokakta bir çok insan. Hepsi bir amaç için yürüyor. Kimisinin elinde telefonu, diğer elinde çantasıyla işe gidiyor; kimisi çocuk arabasıyla kendinden bir parçayı gezdiriyor; kimisi de rahat elbisesini giymiş üstüne geziyor. Ben bu saydıklarım arasına girmiyorum. Benim bir amacım yok. Tıpkı bozuk, hurdalığa atılmış bir araba gibi. Neden yaşıyordum ki ben? Yaşamak sadece kendi ayaklarının üzerinde durup, birileriyle hoş vakit geçirmek miydi? Amaçsız ruhum oradan oraya savruluyor, ne olduğunu anlamadan. Rüzgar yüzümü tokatlıyor, "Hadi kendine gel." diyerek. Ellerim cebimde duruyor, beni tokatlayan rüzgara inat. Suya bastığımda ayağımdan çıkan ses, rüzgarın fısıldadığı çağrıyı bastırıyor. Kalbim her zamanki ritminde atıyor. Boynum dik, alnım açık yürüyorum, etrafımda dönen dünyaya rağmen.
Birbiriyle 'T' şeklinde kesişen üç yolun tam ortasındaydım. Önümde üç büyük binasıyla Hi-Tech Üniversitesi duruyordu. Son derece mükemmel eğitimin verildiği bu binalara bakarak. "Bu üniversitede mi okuyorum ben? Hepsi boşuna." diye düşündüm. Birden korna sesleri yükseldi sokaktan. Arkama baktım. Son model bir Mercedes bana doğru hızla geliyordu. Aklıma ilk önce kaçmak geldi. Sonra durdum. Ölmek nasıl bir şeydi acaba? Bu sorunun cevabını elbet bir gün öğrenecektim. Ama asıl soru, o gün bugünmüydü? Arabanın içine baktığımda birbirine benzeyen iki yaratık vardı. Öldürmek için bula bula beni bulmuşlardı. Oysa ne bir amacım vardı hayatta, ne de bir beklentim vardı hayattan. Ellerimi ceplerimden çıkarmadım. Araba bana gelirken sakince izlediği yolu gözlemledim: Öldürme hırsıyla dolu bir arabanın dikkatini bana vermesi önündeki kaktüse benzer su musluğuna çarpmasına neden olmuş, havaya doğru püsküren suyla birlikte havada taklalar atmasına sebep olmuştu. Demek ki ölmek için henüz erkendi. Sokaktaki bağrışlar hiç susmuyordu. Korna sesleri daha da yükselmişti. Bu kadar gürültü başımın ağrımasına neden olmuştu.
Başka bir sokağa saptım ve arabanın içindekilere tekrar kafamda bir göz gezdirdim. Görünüşleri ve son derece canlı yüz ifadeleri bağırıyordu, "Ben Yunan Mit'inden fırladım." diye. Normal bir insan olsa sokakta altına edebilirdi, veya kendini kurtarmak için kaçardı. Doğal olan da budur. Ama benim doğam bu dünyadan bağımsız, "Ben buraya ait değilim." düşüncesini uyandırıyordu aklımda. Şimdi önümde şehrin bittiği, yeşilliklerin başladığı bir görüntü vardı. Bir ses beni şehrin dışına çağırıyordu. Nereden geldiğini bilmesem de bu sesi izlemek hayattaki tek amacım olmuştu.
Uzun bir süre yürüdüm yeşilliklerin arasında. Aradığım cevapları bulmaya çalıştım. Elimi toprağa dokundurduğunda doğa benle konuştu, annemin küçükken bana seslenmesi gibi. "Burdayım Mantalon." diyordu. Bu söz aklımda binlerce kez tekrarlanıyor, ellerimi ceplerimden çıkararak başıma götürmeme neden oluyordu. Başım daha önce hiç olmadığı kadar çok ağrımaya başlamıştı. Biraz daha yürüyebilmiştim başımdaki ağrıyla. Sonrasında ellerimden birini başımdan çekip yanımdaki ağaca koymuştum. "Aaaa!" diye bir çığlık çıkıverdi ağzımdan. Ağaca büsbütün yaslanmış ve yere çökmüştüm. Başım patlayacak gibiydi. Daha fazla dayanamıyordum. Başımdaki ağrı yetmiyormuş gibi, şimdi de atların toynak sesleri geliyordu kulağıma. Doğru düzgün düşünemiyordum. Anlayabildiğim, arkamı yasladığım ağacın sıradan bir ağaç olmayışı ve beni buraya çeken sesin ondan geldiğiydi. Ayrıca bu toynak seslerinin burada ne işi vardı? Tam hayattan bağımsız olduğumu düşünürken, bu gizemli ses beni hayata tekrar bağlamıştı. Birden etraf karardı ve derin bir uykuya daldım.