Hiç size öğretilen her şeyin yalan olduğu bir dünya düşlediniz mi? Gerçekten yaşamanız gereken hayatı yaşamanızı engelleyen sebepleri hayal ettiniz mi? O zaman beni anlayabilirsiniz. Ben Anastasia Hermia Hathaway. Yarı İtalyan olan annemin iş yoğunluğu dolayıyla beni gönderdiği bir yatılı okulda okuyorum. Bazen beni bu yaşama mahkûm eden kadere lanetler okuyorum. Ama elbetteki bir işe yaramıyor. Buradaki yaşantımı çekilir kılan tek şey dostum Kestane. Onun ailesi de onunla ilgilenemedikleri için buraya yollamışlar. Tek bir farkla: onun babası var. Babam ben doğar doğmaz bizi terk etmiş. O olsaydı şu an burada olmazdım. İşte bu yüzden ondan nefret ediyorum. Ondan ve Kestane hariç her şeyden nefret ediyorum. Asıl konuysa bana bıraktığı tek şeyin üzerinde kalp olan ve kalbin çevresinde sarmaşık desenleri bulunan bir yüzük olması. Bu yüzük aklımda
'bana bu kadar mı değer veriyor?' düşüncesinin uyandırıyor. Neyse, konumuz bu değil. Zaten sonradan yüzüğün çok güçlü bir silah olduğunu öğrendim. Ama ben size tek bir sözcükle her şeyi berbat ettiğim günü anlatmak istiyorum.
***
Sabah uyandığımda aklımdan geçen tek bir düşünce vardı: kâbus başlıyor. Günümün berbat geçeceğinden emindim ve bu bir şeyi değiştirmiyordu. Yeryüzündeki en şanssız insan bendim ve bu hayatım boyunca devam edecekti. Yatağımdan doğruldum ve yanımdaki yatakta uyuyan ebedi düşmanım Miranda'ya baktım. O benim deyişimle
'Pazzo' yani deliydi. Sadistin tekiydi o. Acı vermekten zevk aldığı gibi sürekli benimle uğraşıp duruyordu. Bu gün erken uyanmam iyi olmuştu çünkü genelde beni uyandıran Miranda olurdu, başımdan aşağıya döktüğü bir bardak buzlu su ve bir tekmeyle tabi. Günlerden pazar olduğu için ders yoktu. Ama ben her pazar yaptığım gibi üstüme dar paça beyaz bir kot ve kolsuz beyaz bir bluz geçirerek müzik odasının yolunu tuttum. Kapının kolunu hafifçe çevirerek kapıyı araladım ve yavaşça içeri süzüldüm. İlk başta piyanonun yanına gittim ve Beethoven'dan bir parça çalmaya başladım. Bu parçayı o kadar çok çalmıştım ki parmaklarım bemollerin üzerinde ezbere dolaşıyordu. Kısa süre sonra müzik odasının içi adeta dans eden melodilerle doldu. Kendimi piyano çalmaya öylesine kaptırmıştım ki kapıdan birinin girdiğini ancak başımda keskin bir acı hissedince fark ettim. Miranda arkamda durmuş, bir tutam saçımı keman yayının arasına sıkıştırmış çekiştiriyordu.
"N'aber şeker kız?" dedi pis pis sırıtarak. "
Ah Pazzo. Demek sendin. Zaten ancak sen müziğe bu kadar saygısız olabilirdin" dedim otoriter bir şekilde. Miranda suratını buruşturarak bana baktı. Sanki ekşi bir şey içiyor gibiydi. O sırada kapıdan Kestane girdi ve bu da benim kurtuluşum oldu. Eğer o gelmeseydi Miranda ve benim birbirimizi binlerce parçaya ayıracağımızdan emindim.
"Eh, seni burada bulacağımdan emindim Stasia" dedi neşeli bir sesle ama Miranda'yı görünce yüzünde yerin dibine geçmek istiyormuş gibi bir ifade belirdi. Miranda bunu görmezden gelerek
"İşte şeker kız soytarın da geldi. Size iyi eğlenceler." dedi. Ardından odadan çıktı ve kapıyı arkasından çarparak kapattı. Kestane bana doğru yavaş adımlarla yürüdü ve
"Soytarı mı?" diye sordu. Omuz silkerek
"O kadar yalnız ki kendi kendine olur olmaz şeyler uydurmaya başlamış" diye cevap verdim. İkimiz de gülümsedik.
"Kahvaltıyı kaçırdın Mia. Al, acıkmışsındır." diyen Kestane bana o ana kadar elinde olduğunu fark etmediğim kızarmış bir ekmek uzattı. Ekmeği aldım ve büyük bir açlıkla dişlerken
"Teşekkürler" demekle yetindim.
***
Öğlen olmuştu ve okulun bahçesindeki bir bankta oturarak karşıdaki orman manzarasını izliyorduk. Kestane her zamanki oburluğuyla üç-dört poğaçayı ağzına tıkıştırıyordu. Herkes öğle yemeğindeydi ama biz öğle yemeğine gitmek yerine burada kalmayı tercih etmiştik. Ben parmağımdaki yüzükle oynarken derin düşüncelere dalmış ve sessiz sözcüklerle babama duyduğum nefreti kusuyordum. Arkamızdan bir takırtı geldi ve ben düşüncelerimden sıyrılarak arkamı dönerken Kestane
"Miranda" diye inledi.
"Miranda bizi mi takip ediyorsun sen?" dedim hınçla.
"Evet şeker kız,yanında bu yaratığın olmadığı bir zamanı gözlüyorum" dedi Miranda Kestane'yi işaret ederek.
"O yaratık dediğin kişi senden onbinlerce kat daha da insancıl" dedim sert bir sesle.Miranda sapsarı dişlerini göstererek gülümsedi
"Ona ne şüphe şeker kız" dedi. Sinirlenmiştim ve babama duyduğum nefreti Miranda'ya karşı kullanmaya başlayarak düşmancıl bir sesle
"Bu kadar yeter. Ne istediğini söyle. Laf kalabalığı yapma!" diye bağırdım. Miranda'nın yüzünde gerilmeme sebep olan öfkeli bir ifade belirdi.
"Bana karşı saygılı ol küçük kız yoksa seni paramparça ederim" dedi. Kestane keçi sesine benzer bir 'me' çıkardı. Buna inanamıyordum: Kestane az önce 'me'lemişti. Ama buna aldıracak halim yoktu ve Miranda'ya kendimden geçmişçesine
"Parçala!" diye haykırdım. İşte günümü berbat eden o söz buydu. Miranda kükredi. Gerçekten kükredi. Ve üzerimize doğru koşmaya başladı. Ama bize vardığında tek bir gözü olan (Aman Tanrım!) dev gibi bir canavardı. Eğer Kestane beni tutup kendine doğru çekmeseydi şu anda Miranda'nın altında yufkaya dönmüş olacaktım. Sendeleyerek Kestane 'nin üzerine düştüm ve birlikte yere yuvarlandık. Ayağa kalkmamız bir hayli zaman aldı. Biz ayağa kalkana kadar Miranda tekrar doğrulmuştu bile. Kestane beni çekiştirdi ve
"Orman" diye fısıldadı. Aynı anda arkamızı döndük ve hayatımızda koştuğumuz en hızlı şekilde koşmaya başladık. O gün öğrendim ki insan arkasında bir canavar varken çok hızlı koşuyormuş.
***
Ormana ulaşmak için önce okulun demir parmaklıklarına tırmandık. Kestane bu konuda pek başarılı değildi (ona yardım ettim) ama ben dört yaşımdan beri annemin beni yolladığı jimnastik ve bale kursları (Teşekkürler anne. Şu anda hayatımı kurtaran sensin!) sebebiyle parmaklıklara kolayca tırmandım. Daha sonra okul sınırlarının dışına çıktık ve ormana doğru koşmaya başladık. Ormanın içinde bir süre koşup ilerledikten sonra durup akciğerlerimizi çalıştırdık. İkimiz de nefes nefese kalmıştık. Kestane
"Bunu tahmin etmeliydim" diye haykırdı.
"Yaptığım şey çok aptalcaydı. Seni korumalıydım, ama ben orada öylece beklemekten başka bir şey yapmadım". Kendi kendini sövüyordu. Ama benim de soracak sorularım vardı.
"Kestane ne oluyor?" dedim öğrenmeye kararlı bir şekilde. Kestane derin bir nefes aldı ve muhtemelen fırtına sırasında devrilmiş bir kütüğü göstererek
"Otur" dedi.
"Sana her şeyi anlatacağım."***
Yaklaşık yarım saat sonra oturmuş Kestane'nin bana anlattıklarını düşünüyordum. Benim bir tanrının kızı olduğumu söylemişti. İlk başta ona inanmamıştım ama pantolonunu çıkarıp bir kenera fırlatmıştı ve bana
"Şimdi inanıyor musun?" diye sormuştu. Kestane bir keçiydi!Pardon,o bir satirdi ve buraya beni
'Melez Kampı' adında bir yere götürmesi için gönderilmişti. Normalde melez olduğumu öğrendiğim an beni oraya götürmesi gerekiyormuş ama sinirleri o kadar gerilmişti ki neler döndüğünü anlattıktan sonra
"İster gel istersen de burada kalıp öl!" diye bağırmış ve yanıma oturmuştu. Şimdi ne yapmam gerektiğini düşünüyordum. Tek bir
'Evet' ile benim gibi olan kişilerin yanında olabilirdim. Başka bir deyişle dışlanmak ve küçümsenmekten kurtulurdum. Ama annem ve oradaki yaşamım...Onlar ne olacaktı? Eğer kampa gidersem onlara haber verme gibi bir sorunum olmazdı. Çünkü cep telefonum (Her ne kadar melezlerin cep telefonu kullanması tehlikeli olsa ve okula telefon getirilmesi yasak olsa bile) ile ona haber verebilirdim. Ama annem endişelenmez miydi? O anda Kestane'nin sözlerini hatırladım "Sen bir melezsin Mia ve elbette ki annen de bunu biliyor..." gibi bir şey söylemişti. Birden sinirlendim. Çünkü farketmiştim ki beni dışlanmaya mahkûm eden kişi annemdi. Sakinleşmek için derin bir nefes aldım. Kararımı vermiştim.
"Seninle geliyorum Kestane. Haydi yola koyulalım" dedim. İşte o zaman bilmediğim bir kampa yolculuğum başladı.