“Ama anne…”
“Stasia, babanı rüyanda görmüş olman mümkün değil!”
Genç kız sustu. Rüyasında gördüğü kişinin babası olduğuna emindi. Ama annesiyle tartışmanın bir anlamı yoktu. Bu yüzden sanki kurabiye çalarken yakalanmış bir çocuk gibi başını öne eğdi ve “Affedersin anne. Sadece babamı görmeye bu kadar hevesli olduğum için kendi kafamdan bir şeyler uydurmuş olmalıyım.” dedi. Daha sonra ise annesinin bir şey söylemesine zaman tanımadan salondan koşarak ayrıldı ve balkonun kapısını aralayıp usulca balkona çıktı. Bunu yaparken küçük üvey kardeşi Carmen’in nasıl tasasız olduğuna hala inanamıyor ve ona imreniyordu. Korkuluklara dayanıp aşağıya doğru eğildi ve kendini Venedik’in huzur verici kanallarının manzarasına bıraktı. Güneş ışıkları sulara vurarak inanılmaz ama bir o kadar da gerçekçi bir manzara yaratıyorlardı. Saat henüz sekizdi ve Anastasia yaklaşık bir saat sonra bu kanalların gondollar ve turistlerle dolacağından emindi. Tıpkı rüyasında babasını gördüğü zamanki gibi… Genç kız başka şeylere odaklanmaya çalıştı: Evlerin balkonlarındaki desenli saksılara konulmuş çiçeklere, havadaki martılara… Kısacası babası dışındaki her şeye. Bir süre orada oturup bekledi. Daha sonra hızla uyanan şehri son bir kere gözden geçirerek pasticceriaye gitmeye karar verdi. Yavaş ve uyuşuk adımlarla merdivenlerden inip mutfak kapısının önüne geldi. Tam mutfak masasında oturmuş bir kitap okuyan annesine “Ben pasticceriaye gidiyorum.” diyecekti ki vazgeçti. Annesi bir süre daha onsuz idare edebilirdi sonuçta. Montunu alarak dışarı çıktı ve Venedik’in sokaklarında yürümeye başladı. Saçlarını hafifçe uçuran ve yüzünü yalayıp geçen bir rüzgâr hissetti. Ama aldırmadan yürümeye devam etti. Bir köprüden geçti ve kendisini sürükleyen bir turist kalabalığının içine daldı. Bir süre sonra kalabalığı yararak kendine bir yol açtı ve her zaman gittiği pasticceriaye girdi. İçerisi annelerine torta almak için yalvaran küçük çocuklar ve anneleri dışında bomboştu. Tezgâhtar olarak çalışıp kendinden dört yaş büyük olan Ideria’ya selam verdi. Ide selamına karşılık verirken genç kız kendine çikolatalı bir torta ile kola sipariş etti ve küçük cep kitabını çıkarıp okumaya başladı. Bunu yapmak zorundaydı çünkü disleksi adı verilen, okuma bozukluğuyla ilgili bir hastalığı vardı. Her gün en az iki saatlik bir okuma yapmalıydı. Torta ve kolası gelince kitabı cebine geri koydu ve tortadan bir lokma alarak kolasını yudumlamaya başladı. Biraz zaman geçince “Hey, burada oturabilir miyim? Başka her yer dolu da.” diyen bir sesle irkildi. Arkasına döndüğünde kendi yaşlarında, gülümseyen ve turuncu bir şapka takan tatlı bir çocukla karşılaştı. Çevresine bakındı. Az önce her yer bomboş olmasına rağmen gerçekten de pasticceria şimdi tamamen doluydu. “Elbette oturabilirsin.” diye cevap verdi çocuğa. Çocuk hemen karşısındaki sandalyeye oturdu. “Salve, adım Fındık Yeşilmeşe.” dedi. Anastasia şaşırdı. Fındık diye isim mi olurdu? Yine de kabalık etmemek için ne düşündüğünü belli etmedi ve “Ben de Anastasia. Anastasia Hermia Hathaway.” Fındık adındaki çocuk meyveli bir torta ve gazoz siparişi verirken Anastasia sessiz kaldı. “Sanırım buralı değilsin, haklı mıyım?” diye sordu Fındık. Anastasia “Si. Aslında büyükbabam İtalyalı. Burada, Venedik’te doğmuş. Büyükannem ise Amerikalı. Başka bir deyişle anne tarafından yarı İtalyan’ım. “ demekle yetindi. “Peki ya baban?” diye bilgi almaya çalıştı Fındık. “Babam Yunanlıymış sanırım. Annem öyle diyor.” diye cevap verdi Anastasia. Fındık’ın ‘Annem öyle diyor’ sözünden dolayı daha derine inip bilgi almaya çalışmasından korktu, ama Fındık başka bir şey söylemeyip tortasına yumuldu. Anastasia da tortasını yemeye ve kolasını içmeye devam etti.Tortayı bitirerek sandalyeden kalktı ama daha bir adım bile atamadan Fındık’ın elini bileğinde hissetti. Refleks olarak hızla arkasını döndü ve elini savurarak bileğini kurtardı. Daha sonra ise kızararak “Scusi! Sadece basit bir refleksti.” dedi. Fındık anlayışlı bir baş hareketi ile sorun olmadığını belirtti. “Affedersin. Senin rahatını bozmak istemem ama Venedik’e yabancıyım. Anne ve babam ile buraya geldik ve Daniel’s Hotel’de kalıyoruz. Onlar kardeşim (kendisi iki yaşındadır) yüzünden otelde kalmak zorunda kaldılar. Ben de onlardan izin alarak şehri dolaşmaya çıktım. Ancak yolları bilmiyorum ve bir rehberim de yok. Acaba sen bana şehri gezdirebilir misin?” diye sordu Fındık. Anastasia şaşırmıştı. Ama yine de başını sallayarak “Seguimi” dedi. Tortaların parasını ödeyerek pasticceriaden çıktılar ve sarı-beyaz taşlı köprüden geçerek karşı kıyıda yolcu bekleyen bir gondolanın yanına gittiler. Bunu yaparken Anastasia telefondan annesini aradı çünkü işleri uzun süreceğe benziyordu. Anastasia telefonunu kapatıp yanında taşıdığı küçük çantasına attıktan sonra Fındık’ın tuhaf yürüdüğünü fark etti. Doğuştan gelen bir hastalığı olmalıydı. Gondolaya binerken Fındık’ın rengi sarardı. “Ne oldu?” diye sordu Anastasia. Fındık yutkundu ve “Sudan nefret ederim.” dedi. ‘Ne kadar zıt yönlerimiz var!’ diye düşündü Anastasia. Kendisi suyu çok severdi. Suda kendisini bulmuştu hep. “Salve donzella. Nereye gidiyoruz?” diye sordu gondoliere Anastasia’ya. Anastasia Fındık’a baktı. “Saat Kulesi’ni görmek istemişimdir hep.” dedi Fındık. Anastasia gondoliereye döndü ve “Piazza San Marco Meydanı’na” dedi. Gondoliere başını salladı. Anastasia ve Fındık gondolanın tahtalarından birinin üzerine oturdular. “Peki ya sen? Sen nerelisin?” diye sordu Anastasia. Fındık bir süre cevap vermedi fakat sonra “Yunanlı da diyebilirsin Amerikalı da. Kökenim Yunanlılara dayanıyor ama Amerika’da doğdum ve orada büyüdüm.” dedi. “Anne ve baban, adları ne?” diyerek cevap beklemeye başladı Anastasia. “Annem ve babam, şey onlar…” dedi Fındık ama devamını getiremedi çünkü gondoliere “Geldik donzella e Giovane gentiluomo” diye bağırdı. Gondoliere gondolayı durdurdu ve Anastasia ile Fındık küçük tekneden indiler. Anastasia Fındık’ı fotoğraf çeken birkaç turist kümesinin ve güvercinlerin arasından geçirerek Saat Kulesi’nin önüne getirdi. “Vay canına!” dedi Fındık Saat Kulesi’ni görünce. Anastasia gülümseyerek “Asıl muhteşem olan şeyi görmek istiyorsan akşama kadar bekle ve kanallara bak.” dedi ve dijital saatine bakarak ondan geriye saymaya başladı. Fındık “Ne yapıyorsun?” diye sorunca cevap vermeyerek eliyle ‘bekle’ anlamında bir işaret yaptı. Anastasia ‘sıfır’a gelince Saat Kulesi’nden tiz bir ‘dıng-ding’ sesi yükseldi. Güvercinler birden havalandılar ve Piazza San Marco Meydanı’ndan beyaz bir kar örtüsü kalkıyormuş gibi göründü. Fındık irkildi ve kulaklarını kapayarak “Bu her gün olur mu?” diye sordu. Anastasia gülümseyerek “Her gün, her saat başı çan çalar.” diye bağırdı. Bağırmasına rağmen Fındık onu zor duymuştu. Biraz sonra çan sustu ve Fındık ellerini kulaklarından çekerek “Siz gece nasıl uyuyorsunuz?” diye sordu. Anastasia omuz silkerek “Çanlar sabah sekizden akşam sekize kadar her saat başı çalar. Bunun dışında hiçbir zaman çanlardan ses çıkmaz. Üstelik bizim evimiz çanları duyamayacağımız kadar uzakta. Çanları bizim (ve bizim evin çevresinde oturanlar) dışında herkes duyabilir.” dedi. Sanki çok normal bir şey söylüyordu. “Şu anda saat kaç?” diye sordu Fındık.” Üç.” diye cevap verdi Anastasia. “O kadar oldu mu?!” dedi Fındık şaşkınlıkla. Anastasia başını salladı ve “Venedik’teyken zaman sen fark etmeden akıp geçer ve gün hızla biter. Zaten Venedik’te hava erken kararır, saat altıda filan.” dedi. Fındık başını salladı. “O zaman saat altıda otele dönmem gerek. Hava kararmadan dönmem gerektiğini, sokakların tehlikeli olabileceğini söyledi annem.” dedi. Anastasia sanki delirmiş gibi ona baktı. “Bilmen gereken bir şey var Fındık, Venedik’te hırsız veya dolandırıcılar olmaz. Yılımın yarısını Amerika’da yarısını da burada geçiriyorum (Eh, sonuçta Amerikalıyım da) ve emin ol ki burası Amerika gibi değil. Her işsiz kişi devlet tarafından görevlendirilir ve belli bir maaşa bağlanır.” dedi Anastasia. Fındık omuz silkti ve “Anneme söz verdim.” dedi. Anastasia başını sallayıp “ O zaman seni saat altıya kadar oyalayalım. Güneşin batışında kanalları görmelisin.” diye mırıldandı. Saat beş buçuğa kadar şehri dolaştılar. Anastasia Fındık’a Venedik’in labirent benzeri ara sokaklarını, ‘Sudaki Rüya Venedik’ yazan küçük broşlar ve minyatür Saat Kulesi satan hatıralık dükkânlarını, güvercin ile dolu meydanlarını, kanallarda dolaşan gondolalarını ve diğer tüm yapılarını gösterdi. En sonun Doniels’in Hotel’in önüne geldiler. Otel büyük bir kanala bakan altın avizeli bir yerdi. “Tekrar görüşürüz.” dedi Fındık. Anastasia çocuğun bunu söylemekteki iyi niyetini biliyordu ama kendini “Görüşür müyüz, görüşmez miyiz orasını bilmem.” diye çıkışmaktan alamadı. Fındık buna aldırmadı ve “Yarın beni lagüne götürür müsün?” diye sordu. Anastasia “Annemden izin koparabilirsem.” dedi. Ama bunu yapsa bile lagüne gitmek istemiyordu. Tam arkasını dönüp uzaklaşacakken güneşin ufukta yavaş yavaş kaybolduğunu gördü ve Fındık’a dönüp “Kanallara bak.” dedi. Fındık sağına dönerek kanallara baktı ve iç çekti. Ufukta batan güneşin turuncunun farklı tonlarında yarattığı renkler kanal sularına yansıyor, evlerin, çiçeklerin, gondolaların şekillerini alarak parlıyor ve suda adeta bir renk dansı yaratıyordu. Bir evin tepesindeki taşta bulunan denizkızı işlemesi suya yansıdı ve güneşin turuncu tonlarında ışıldayan bir renk demetine dönüşerek canlanmış izlenimi verdi. Bu manzarayı izlemeye doyum olmuyordu. Fındık Anastasia’ya dönerek “Burada yaşadığın için çok şanslısın” dedi. Anastasia ‘evet’ anlamında başını salladı. Aslında hiç de böyle düşünmüyordu. Ama Venedik’in ona tattırdığı keyfin bu kadar kısa süreli olacağını nereden bilebilirdi ki? Hızla arkasını döndü ve bir gondolla durdurarak bindi. Eve ulaşınca anahtarla kilidi açtı ve içeri girdi. Kapıyı kapatıp odasına çıktı. Merdivenlerde annesine rastladı. Bir anlık gözgöze geldiler. İkisi de hiçbirşey demedi. Anastasia odasının kapısını kapattı ve cep kitabını çıkararak okumaya başladı. Bir süre okuduktan sonra aşağıdan gelen gürültüler duydu. Aşağıya indi. Küçük kardeşi Carmen “Ben de torta istiyorum!” diye bağırıyordu. Sarı saçları ile yumurtasından yeni çıkmış bir civcivi andırıyordu. Torta istediğine göre ablasının pasticceriaye gittiğini öğrenmişti. Babası Arutha (Anastasia’nın üvey babası) bir iş için uzun süreli olarak Çin’e gitmişti ve bu da onu hırçınlaştırmıştı. Küçük kız bir kez daha boğazı yırtılırcasına çığlık attı “Ben de torta istiyorum!” . Anastasia en sonunda dayanamadı ve “Tamam, tamam, tamam ve tamam. Anladık torta istiyorsun. Ben gidip alırım!” diyerek haykırdı. Küçük kız bağıracak bir bahanesi kalmayınca suratını astı ve koltuğa oturup arkasına yaslandı. Anastasia cüzdanını ve kapşonlu ceketini aldı. Dışarıdan ıslak şapırtılar duyuyordu ve bu da yağmur yağdığının işaretiydi. Dışarı çıktı ve ceketinin kapşonunu başına geçirdi. Gerçekten de bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Anastasia köprüyü ve yağmur ile ıslanmış taşlı yolları hızla geçti. Bir hışırtı duyarak hızla arkasına döndü. Hiçbir şey yoktu. ‘Fazla paronayaklaşıyorum. Sadece Carmen’e bir torta alıp geri döneceğim. Fındık’a ne demiştim: Venedik’te hırsız veya dolandırıcılar olmaz.’ diye düşündü ve yoluna devam etti. Ancak pasticceriaye varamadan ıslak taşlara yüzüstü kapaklandı. Aynı anda da derinden gelen, öfkeli bir kükreme duydu. Onu yere kapaklayan yumuşak basıncı hissettiği sağ tarafına doğru baktı. Gördüğü şey karşısında ağzı bir karış açık kaldı. “Fındık?!” diye fısıldadı. Fındık orada duruyordu ve sinirle Anastasia’nın arkasına bakıyordu. Kendi adını duyunca Anastasia’ya döndü ve yüz ifadesi yumuşadı. “Scusi Stasia. Benimle gel. Sana her şeyi anlatacağıma söz veriyorum.” diyerek elini genç kıza doğru uzattı. Anastasia’nın beyni onu burada görmenin şaşkınlığı içinde kalmıştı ve kız farkında olmadan Fındık’ın elini tutmuştu. Fındık onu adeta sürükleyerek oradan uzaklaştırmaya başladı. O bunu yapmak üzere harekete geçerken bir kükreme daha duyuldu ve bu genç kızın arkasına bakmasına sebep oldu. Bir çığlık koyveren kız Fındık’ı ezerek koşmaya başladı. Arkasında gördüğü tuhaf yaratık onu korkutmuştu: Yunan Mitolojisi efsanelerinden fırlamış olan bir mantikor. Okulda bununla ilgili dersler işler ve müzelere giderlerdi. Ayrıca Anastasia bu derslere bağımlılık derecesinde tutkundu. Fakat bir gün böyle bir olay yaşayacağını bilse değil mitolojiye ilgi duymak, mitoloji kitaplarının kapaklarına bile elini sürmezdi. Kız önüne bakmadan koşarken Fındık’ta ona yetişmenin çabası içinde peşinden geliyordu. Ancak en sonunda ikisi birden tel örgülere tosladılar. Fındık hırsla tellerin aralarına parmaklarını geçirip sarstı. “İşe yaramaz.” diye fısıldadı Anastasia. Korkmuştu ve kopşonu başından düştüğü için sırılsıklam saçları yüzüne yapışmıştı. Fındık ona baktı ve yüzündeki acımasız gerçeği gördü: bu teller çok sağlamdı ve Anastasia’nın bunu yanlış bilmesine imkan yoktu çünkü hayatının yarısını burada geçirmişti. Yine de pes etmeden telleri sarsmaya devam etti. Daha sonra ise aklına bir fikir geldi ve Anastasia’ya dönerek “Sen hayatının yarısını burada geçirdin. Venedik’i her karışını ezbere biliyorsun. Bir çıkış yolu da biliyor olmalısın.” dedi. Kız ifadesiz bir yüzle başını iki yana salladı. Ancak bir kükreme onu kendine getirdi ve uykudan uyanmış gibi yerinden sıçradı. Fındık kızın düşünce gücünü ve iradesini geri kazandığını görünce tekrar denedi “Bir çıkış yolu biliyor musun Anastasia?” . Anastasia başını sallayarak arkasını döndü ve sağ taraftaki binanın penceresine doğru yürümeye başladı. Fındık’ta peşinden gitti. Kız yere çömelince o da yere çöktü. Anastasia bir süre duvarın üzerindeki bir şeylerle oyalandı ve en sonunda kocaman bir taş parçasını kendine doğru çekerek küçük bir boşluk yarattı. Fındık’ın ona şaşkınlıkla baktığını görünce korku dolu bir sesle “Bu hatıralık eşya satan Cirio’nun deposu. Buraya üç giriş var: biri binanın içinde, diğeri burası, bir diğeri ise iki sokak öteye çıkan küçük bir kapı. Dükkanın bodrumu iki sokak boyunca uzanıyor. Eğer o sokağa çıkabilirsek o canavarımsı şeyden kurtuluruz.” dedi. Fındık başını sallayarak onu içeri girmesi için sertçe itti ve “Oyalanma ve yüksek sesle konuşma. Mantikor her an bizi duyabilir.” dedi. Haklıydı. Mantikor onları duymamış bile olsa kükremesi her an biraz daha yüksek perdeden duyuluyordu. İkisi de depoya girdiler ve kapıyı sertçe arkalarından kapadılar. Depo genişti ve her yer küf kokuyordu. “Aman ne güzel. Şu anda tek ihtiyacımız olan şey Dracula Karanlıklar Prensi’nin fon müziği. O da olsa tam Hollywood’luk bir filmin içinde olduğumuzu sanabilirim.” dedi ve her türlü tehlikeye rağmen kendini gülmekten alamadı. Fındık’ta söylediklerini duymuş gülümsüyordu. Depoda hızla ilerlediler. Anastasia yolu bulmaya öylesine odaklanmıştı ki Fındık’a bir soru sormak dahi aklına gelmedi. Birkaç metre ilerledikten sonra Fındık üzerinde ‘Ciao Venezia’ yazan gemilerle dolu bir kutuya çarparak yere yuvarlandı. Anastasia kalkmasına yardım etti ve “Acele et!” diye fısıldadı. Birkaç dakika sonra çıkış kapısından dışarı çıkıyorlardı. Fındık tam Anastasia’ya dönüp sevinçle onu kucaklayacaktı ki artık aşinası oldukları kükreme tekrar duyuldu. Birbirlerine baktılar ve aniden koşmaya başladılar. Tam atlattıklarını düşündükleri anda tehlike tekrar beliriveriyordu. Bir köprüden geçerken Anastasia Fındık’ı durdurdu ve “Buraya kadar.” dedi. Fındık ona irir iri açılmış gözlerle bakıyordu ve elleri titriyordu. “Ne yani, pes mi edeceğiz?” diye sordu. Anastasia başını hayır anlamında salladı ve köprünün altından yağmur etkisiyle çıldırmış gibi akan suyu göstererek “Atlayazağız.” dedi. “Çıldırdın mı sen?!” diye ciyakladı Fındık. Anastasia sinirlendi. Şu anda hayatta kalma iç güdüsü her şeyden üstün geliyordu ve bunu yapmak için de kendini suya atlamak zorunda hissediyordu. “Başka dahi fikrin var mı Einstein?” diye sordu Fındık’a. Fındık bir an duraksadıktan sonra “Önden ben giderim.” dedi ve hala yağan yağmura aldırmadan köprüden aşağıya atladı. Anastasia da onun peşinden kanalların suyuna sert bir iniş yaptı. Akan su onları birkaç dakika sürükledikten sonra Fındık zar zor kenarı çatlamış bir köprü taşına tutundu ve Anastasia’yı da tutarak yukarı çekti. Köprüye çıkınca bir süre yerde oturdular ve koşturmacanın verdiği etkiyle ikisi de derin derin nefes almaya başladılar. Bir süre sonra nefeslerini düzene soktular ve canavarın sesini duymak için kulak kesildiler. Ancak hiçbir şey duyamadılar. Biraz zaman geçti ve Anastasia hiç beklemediği bir anda Fındık’a dönerek “Şimdi anlat bakalım burada neler oluyor?” diye sordu. Fındık derin bir nefes aldı ve “İster inan ister inanma sana tamamen gerçeği anlatacağım” diyerek söze kısa bir giriş yaptı. Hemen ardından da tüm gerçekler ağızından bir sel gibi dökülüverdi. “Anastasia, buraya gelir gelmez seninle ilgili biraz araştırma yaptım çünkü bulmam gereken kişinin sen olduğun konusunda çok kesin kanıtlarım vardı. Öğrendim ki sen mitoloji dersine bayılıyormuşsun. O zaman peşimize düşen yaratığın bir mantikor olduğunu anlamak için söze ihtiyacın yok. O yaratık peşimize düştü çünkü seni istiyordu. Seni istiyordu çünkü yaşamak için yemek yemesi gerekiyor ve onun için yemek demek melez demektir.”Anastasia burada genç adamın sözünü kesti ve “Melez mi? Yani Sparta Kraliçesi Helen ve Herkül gibi mi?” diye sordu. Fındık başını salladı. “Sen de onlardan birisisin. Dur, sözümü kesme. Hatırlarsan ilk başta ister inan ister inanma demiştim. Annenin sana babanla ilgili bazı şeyler anlattığını biliyorum. Ama o yalan söyledi. Yani daha doğrusu doğrunun tamamını söylemedi. Yanılmıyorsam annen sana babanın sizi terk ettiğini söyledi. Klasik hikaye budur. Ama baban sizi terk etmek zorunda kaldı. Çünkü o bir tanrıydı. Ve siz onun tanrılık görevlerini yapmasını engelliyordunuz. Bu yüzden sizi bırakmak zorunda kaldı. Ama geride sen kaldın. Her zaman canavarlardan ve babanı sevmeyen diğer ölümsüzlerin gazabından korunması gereken sen. Annen de seni korumayı yani zor yolu seçti. O da seni terk edebilirdi. Ama o bunu yapmadı. Gelelim bana… Aslında ben bir insan değilim. Ben bir… Satirim. Seni diğer melezlerin yaşadığı Melez Kampı adında bir yere götürmek için geldim.” diyerek söze son noktayı koymuş oldu. Uzun süren sıkıcı bir sessizlik sonrası Anastasia iç çekerek “Sana inanıyorum.” dedi. Fındık gözlerini kırpıştırarak “Gerçekten mi?” diye sordu. Anastasia sırıtarak “Ben deli gibi mi görünüyorum? Az önce bir mantikor peşimize düştü ve onu atlattık. Bu durumda sana inanmak dışında ne yapmamı bekliyorsun?” dedi. Fındık heyecanla “O zaman daha ne bekliyoruz? Hemen Melez Kampı’na gidelim!” diye haykırdı. Anastasia birden ciddileşti. “Yavaş ol. Anneme haber verip ona yaşadıklarımızı anlatmalıyım. Sabah onunla kavga ettik. Bu şekilde Venedik’i terk etmek istemiyorum!” dedi. Fındık anlayan bir tavırla başını salladı. Sanki anlaşmış gibi aynı anda ayağa kalktılar ve tekrar mantikorla karşılaşmaları tehlikesi yüzünden temkinli adımlarla Anastasia’nın evine doğru yürümeye başladılar. Pasticcerianin önüne gelince Anastasia birden durdu ve sırımsıklak kıyafetinin Ideria ile müşteriler tarafından nasıl karşılanacağına aldırmaksızın içeriye girdi. Çıktığında ise elinde bir kutu pasta vardı. “Sen gerçekten delisin. Bu pasta ne için şimdi?” diye sordu Fındık. Anastasia göz kırptı ve “Küçük bir kardeşe verilmiş küçük bir söz.” dedi. Ardından hızla Anastasia’nın evine doğru yürümeye başladılar.