Güneş çoktan doğmuştu. Geniş, kalabalık ve arabaların sıkça geçtiği sokakların birinde birbiriyle şakalaşan çocuklar, müzik dinleyen gençler ya da hiçbir yere bakmadan doğrudan işine gidiyor gibi görünen büyükler vardı. Miranda ise boş bir odanın camının kenarına bir kedi gibi tünemiş, olanları izliyordu. Gözleri donuk bir şekilde şakalaşan çocukların üzerindeydi. Kendisi hiçbir zaman böyle bir çocukluk geçirememiş, sürekli yaşından olgun davranmaya itilmişti. Okulundaki en başarılı öğrenci olması hiçbir şeyi değiştirmiyordu, çünkü her gittiği okuldan mutlaka atılıyordu. Başarısı ise sadece babasının getirdiği ün ile yükseliyordu, sonra bir anda dibe vurup okuldan atılıyordu. Yine aynısı olmuştu ve babası bu sefer Miranda'yı yazdıracak okul bulamamıştı. Bu durumda şehirden taşınmaya karar vermişlerdi. Miranda buna alışıktı, ama babası, yeni düzene alışamayacak gibi görünüyor, sürekli kızıyla kavga ediyordu. Kızgın, sert bir ses duyuldu."Mira, hemen buraya gel!" Miranda yerinden sıçradı. Düşüncelere ve çocuklara o kadar dalmıştı ki, babasının ona seslenmesi deprem gibi gelmişti. "Geliyorum baba..." Miranda hemen babasının yanına indi. Evleri o kadar büyüktü ama Miranda bundan pek hoşlanıyordu. Babasının yanına indiğinde, gözlerinin sinirle ona baktığını gördü. "Hazır mısın?" Miranda üvey annesine baktı, üstünde her zamanki gibi kırmızı renkli şık bir elbise, düz, siyah saçları da beline kadar uzanıyordu. Gözleri öfkeli bir şekilde Miranda’ya bakıyordu. Miranda sonra tekrar babasına döndü. "Hazırım, o hazır mı?" Üvey kardeşinden bahsediyordu. Ortalarda olmadığına göre mutlaka hazırlanmamıştı. Daha sonra yukarıdan takırtılar gelmeye başladı, takırtılar ayak seslerine dönüştü, bir dakika kadar sonra dokuz yaşındaki üvey kardeşi Colette görüldü. Üstünde pembe renkli, sade bir elbise ve ayağında ise aynı renk ayakkabılar vardı. Saçlarını da annesi gibi açık bırakmıştı. Colette, o kadar zarif yetiştirilmişti ki, Miranda onun zariflikten öleceğini düşünürdü. Colette'yi görünce yüzünü buruşturdu ve eşyalarını almak üzere odasına çıktı. Odasında sadece iki çanta bir köşede duruyordu. Çantaları eline alıp aşağıya indiğinde babasıyla Colette arabaya binmişti. Onu bekleyen sadece üvey annesi Stefani vardı. Hemen Miranda'nın önünü kesti. "Bu sefer mahvedemeyeceksin." Miranda gözlerini Stefani'ye dikti. "Sen bir şey yapmadığın sürece yerimden bile kıpırdamam." Omzunu Stefani'ye geçirdi ve önden hızlıca kırmızı renkli, üstü açık arabanın arkasında oturan üvey kardeşinin yanına oturdu.
New York'a vardıklarında Miranda'yı Colette uyandırdı. Miranda ona ters bir bakış atıp araban indi. Yeni evleri öncekinden daha küçüktü ama bu Miranda'nın daha çok hoşuna gitmişti. İki katlı, kocaman bahçesi olan tozpembe şirin bir evdi. Miranda bunun getirdiği mutlulukla gülümseyip babasına baktı. Babası normalde asla böyle bir yer tercih etmezdi çünkü o bir film yıldızıydı. Zaten bu evde de geçici olarak kalacaklardı, sonra deniz kıyısında ki yeni yapılan evlerine taşınacaklar. Miranda hemen eve dalıp odasına çıktı. Eşyaları yeli yerindeydi, yatağı, dolabı, bilgisayarı… Miranda, yeni odasını daha çok sevdiğini düşünerek hemen eşyalarını yerleştirdi.
Birkaç saat sonra, tamamen yerleşmişti. Üzerini değiştirdi, beyaz bir tişört, kot ceket ve kot pantolon giyindi. Saçlarını da toplayıp bir şapka taktı. Hemen aşağıya fırlayıp babasını buldu. Babası evin bahçesinde bir masaya oturmuş, tek başına hem çay içiyor hem de gazete okuyordu. Miranda babasının yanına gidip bir sandalye’ye oturdu. "Ben biraz etrafı dolaşacağım." Babası Miranda'ya şöyle bir baktı sonra tamam anlamında başını sallayıp çayını içmeye devam etti. Miranda gülümseyerek aya kalktı. "Bana harçlık verir misin?" Babası cebinden cüzdanını çıkarıp, cüzdanından yüz dolar kızına uzattı. Miranda parayı alıp babasıyla ne kadar kavga etse de hayatta tek babası kaldığında gene de onu çok seviyordu. Babasının yanağına sıcak bir öpücük kondurup dışarı fırladı.
Burası daha da gürültülü bir şehirdi. Her yerde insanlar vardı. Miranda etrafına bakındı. Arabalar çok hızlı bir şekilde ilerliyor, etraf mağaza doluydu. Sadece elbiseler değil ne ararsan vardı. Burada gençler nasıl eğleniyorlardı diye geçirdi içinden. Miranda ortamı çok farklı buldu. İleride bir evin merdivenlerine oturmuş iki kız gördü. Birinin üstünde askılı, beyaz bir tişört ve dizlerinin üstüne kadar mavi bir etek, saçları da omuzlarına kadar dalgalı bir şekilde iniyordu. Yanındaki kız ise askısız renkli bir tişört, kısa beyaz bir şort giymişti. Saçlarını da toplamıştı. Kızlar cep telefonlarından birbirlerine bir şeyler gösteriyorlardı. Miranda hemen yanlarına gitti. “Merhaba.” Ama kızlar onu görmezden gelince caddenin başındaki kafeye gitmeyi tercih etti. Kafede kendi yaşlarında oturan bir sürü kişi gördü. Gülümseyerek gidip kendine bir kek ve kahve alıp dışarıdaki boş bir masaya oturdu. Aradan yarım saat geçmişti, ama tek bir kişi bile yanına gelip arkadaş edinmek istememişti. Kekini ve kahvesini bitirip hesabı istedi. Garson yanına gelip "Yirmi dolar, Miranda." Miranda kalakalmıştı. Adam adını söylemişti. Başını kaldırıp adama baktı. Adamın hiçte garsona benzeyen bir yanı yoktu. İri yarı bir adamdı. Gözlerinde kırmızı renkli bir güneş gözlüğü vardı, dar siyah bir pantolon, giymişti ve üzerinde kafe önlüğünün altında siyah bir ceket vardı. Saçları Amerikan tıraşıydı, yüzünde de çok sayıda yara vardı. "Mi-Miranda mı?" Adam Miranda'ya eğilip sordu. "Yoksa sen Miranda değil misin?" Miranda korkudan titreyerek konuşuyordu. "Be-Ben Miranda'yım da, s-sen b-benim adımı n-nereden biliyorsun?" Adam dişlerini göstererek güldü. "Seni tam bir yıldır bekliyorduk." Sonra adam yok oldu. Gerçekten yok oldu. Etraftaki insanlar hiçbir şey olmamış gibi işlerine devam ediyorlardı. Miranda'nın da ortadan kaybolduğunu fark etmemişlerdi bile...
Miranda gözlerini açtığında kendini ormanda buldu. Yerde yatıyordu, aya kalktı. Başını vurmuş olmalıydı ve kesinlikle rüya görüyordu. Ama başında hiçbir acı hissetmiyordu. Her tarafın dönüyordu. Bir iki adım attı ve bir tabela gördü. Tabela tahtadandı ve üstüne kazınarak yazılmış bir şeyler vardı. Burası bir yerin girişiydi. Sonra girişteki yazıyı okudu. Yazı kendi dilinde değildi, ama okuyabilmişti işte. "Melez Kampı."